24 Nisan 2014 Perşembe

KADINLARI ŞARKISI / NEVRA BUCAK

HAYATIN DIŞINDA KALMIŞ İKİ KADIN DÜŞÜNÜN. BİRİ UĞRUNA HAPİSHANEDEKİ YAZAR BİR MAHKUM TARAFINDAN BİR KİTAP YAZILMIŞ VE O KİTABIN BAŞ KAHRAMANI OLMUŞ BİR KADIN VE DİĞERİYSE YILLAR SONRA O KİTABI OKUYUP, KİTAPTAKİ KAHRAMANIN GERÇEKLİĞİNE İNANARAK GİZEMLİ BİR YOLCULUĞA ÇIKAN GENÇ BİR YAZAR... BİLİNENİN ÇOK ÖTESİNDE SUSTURULMUŞ BİR AŞK HİKAYESİ...  NEVRA BUCAK'IN MASALSI ANLATIMIYLA OKUYUCUYA SUNDUĞU "KADINLARIN ŞARKISI" YAZILDIKTAN 21 SONRA BASILMIŞ. YAZARIN BU DEĞERLİ KİTABI NEDEN BUNCA YIL RAFTA TUTTUĞUNA AKIL ERDİREBİLMİŞ DEĞİLİM. KİTABIN OKUDUĞUM HER BİR SATIRINI ZİHNİMDE CANLANDIRDIĞIM  FİLM KARELERİNİ İZLER GİBİ OKUDUM.
 KISACASI, BİRKAÇ SAATTE ELİMDEN BIRAKAMAYARAK OKUDUĞUM BU KİTABI SIKILMADAN OKUYACAĞINIZI TAHMİN ETTİĞİMDEN GÖNÜL RAHATLIĞIYLA TAVSİYE EDERİM.

                                                                       HÜSEYİN GÖKMEN


22 Nisan 2014 Salı

TıRıVıRı BİrŞeyLeR İşTe

Son zamanlarda farkettiniz mi; sidik yarışı yapar gibi herkes bir şey olduğunu, bir yerlerimize soka kanata kanıtlama çabasında, çok da gerekliymiş gibi...

"Senin ki kaç santim, benim ki daracık, onun ki daha iri..." vrak, vrak, vrak...  
Ne anladığını tahmin etmem için az arı boku yedirmedi annem, zekaya bi katkısı oldu mu emin değilim sanki gittikçe gerilediğini düşünsem de yakında cenin zekasına sahip olacağım galiba. "Oooo" dediğinizi duyuyor gibiyim.Şimdi bu durumda ne diyeyim ben sana? "senin tıynetin bozuk eyy okuyucuuu" desem ahlaksızca birşey söylediğimi sanıp beni ele geçirir geçirmez  hiç münasip olmayan yerime bi tane korsun diye korkarım... eee peki ben neyi kastettim? Cevabını da duyabiliyorum "penis, vajina, meme, popişş" zooooorrrrrtttt!!!... zort kere zoooorrrrrttttt!!! yanlış cevap işteeee.
Aslında neyi kastettiğimi  neye kastım olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum. Hani biliyorum da hangisine en çok kıl olduğumun yüzdesel tahminini yapamıyorum. Ama bu o kadar da önemli değil ki; zira iktisat mezunu olduğu halde istatistikten koyunla danayı ayıracak kadar anlayan bir tek ben değilim ki...

Bakınız efenim ziraat fakültesi, atçılık ve nalbantçılık,son trend takı tasarımı,  hayat üniversitesi  mezunları büyyüük büyyüük kanalların karanlık reji odalarındaki yönetmen koltuğuna yayılmış bir eli kaldırmaya çalıştığı çükünde bir eli kaşarının en oval koordinatlarında gazını çıkara çıkara pişirdiklerini yedirmeye çalışıyorlar. Ulan bunların gaz odalarının bile ayrı bi cazibesi var; şu henüz evrimini tamamlamamış saftrik hatunların gözünde haa. Gaz odası fantazisi... breh breh brehhh... Bazen Adolf Hitler'in öldüğünden şüphe duyuyorum. Bunlar Naziler döneminde gaz odalarına hapsedilmiş talihsizler olsalardı hiçbir sıcak yatağın içinde rahat edemeyecek kadar orgazm içinde ölümü kucaklarlardı; mutlu son.  Hani bi de dünyanın yükünü omuzlamış halleri yok mu bakmayın öyle bitik göründüklerine. Gerçi bitik diyicez ya başka ne diyicez ki anam babam... Herifçioğlu canı sıkıldıkça testesteron salgılıyor sonra da dünyadan bi haber gazını çıkara çıkara fossuuur fosur uyuyor.
Haberci abilerimiz ablalarımız koltuklarında objektiflikten paşalar gibi dimdik oturuyorlar sırtlarını kimseye yaslamamışlar,  tabii ki dimdik duracaklar. Esen rüzgara yasla kıçını yeter be anam...

Ne giyiyorsak o deniliyor sonra pişti olduk diye astarı düşmüş suratlar...  Kıyafetlerimiz üzerimize yakıştırılmıyor diye depreşyona girip pşikolog pşikolog geziyoruz. Ulan incir yaprağına talip olmadığımıza şükretmek varken eşofmanla kunduranın uyuşup uyuşmadığını sikleyerek beyninin ırzına geçmenin bir alemi var mı. Morfin etkisi... Uyuşsa n'olucak uyuşmasa ne... nikahlayacak mısın birbirlerine... Ya ayağında ayakkabı olup da kıçında donun olmasa ne edeceedin... Dal daşşşak orrrtada yavvuşak...
Bi de suratları mahkeme duvarından yontma  juri üyeleri var ki sanırsın dünyanın kaderi ellerinde, tek bir sözleriyle karşılarında yapmadıklarını bırakmayan asalaklara diyecek söz bulabilir misiniz accabaaa...

Ulan, dünyada açlıktan birilerin etleri yenilip kemikleri sıyırılıyor. Sonra da bi daha ki et ziyafetine kimin kurban verileceğine dair  ladese tutuluyor, insanlar bahis olarak ortalara atılıyor sen İtalyan usulü rosto yap sonra damak tadımıza uymadı denilip eleştiril... tabi uymayacak hırt!.. Sen midesi kuru fasulyeyle bulgurun raksına senelerce sahne olmuş bi ecdadın torunusun, ecdada ihanet olur mu? bi zelzele daha yesin aklın hooop rostolar mideye inmeden çöpe...
Karşı komşun inşaatlarda taş taşısın, demir yüklensin, harca bulansın, beli bükülsün... sen bilmem kimin halter şampiyonu oğlunun boyu güdük kalmış diye üzül. Her gün bir yığın cinayet işlensin; sen  saçlarındaki kırıkları aldırmak için gittiği kuaförde saçlarının  beyazladığını öğrenen şarkıcı için üzül...

Elin oğlu on sekizlik çıtırları son model otomobillere bindirdiğinde seviyeli bir birliktelikleri var deyip kendi bacını ÖZ BE ÖÖZ! tıynetinden kıskan...
OOOOOFFF!.. Harbi sıkıldım haa!.. Uzun lafın kısası; kimseyi "tüh-met" altında bırakmak değil amacım. Velhasıl kelam; bakıp görmek yerine dalıp özeniyoruz, tabii dalış pozisyonu da önemli. Umarım boğulmadan kurtuluruz, BAKINIZ AKSİ HALDE "oksijen tükenir tükenmez kıçınızdaki gazınızdan medet umacak hale gelirsiniz" birilerinden söylemesi... HAYIR YAAA BENDEN SÖYLEMESİ.  

                                            HüSeyİN GöKmeN

21 Nisan 2014 Pazartesi

İnsanın kendisi yalandır zaten yalan söylediğinde neden dumura uğruyorsun ki... piç kurusu ya da o. çocuğu diye bi küfür savuruyorsan yol ver bulsun gireceği bir yılan deliği. Ha eğer ki başını ezicem diye tutturuyorsan o zaman kendinden bir şeyler vereceğini unutma; belki gururunu belki bedenini... 

Boşver yaa salla gitsin ellerin bile değmesin, önce ılık bir duş şöyle en sevdiğin sabunlarla şampuanlarla köpürte köpürte ... bir iç çek derinden olmadı bir kaç kez sonra bir oh de çık oksijen-i mekana ee boşa dememişler vardır tedbil-i mekanda ferahlık.. silkelen ferahla...

Güneşin sıcağını, denizin serinliğini hissediyorsan senden iyisi yok. beden dediğin ne ki aşık oluyorsun bağlanıyorsun et yığınıyla kaplı iskelet yığınına kendi bedeninden ne hayır gördün ki bok sıçan, hastalandığında  leş kusan altını tenine yakıştırıyorsan senden iyisi yok. 
insanın kendisi yalandır zaten yalan söylediğinde neden dumura uğruyorsun ki... piç kurusu diye bir küfür savuruyorsan ya da o. çocuğu yol ver bulsun gireceği bir yılan deliği. ha eğer ki başını ezicem diye tutturuyorsan

KURTLARA SÖYLE EVE DÖNDÜM / CAROL RİFKA BRUNT

          KURTLARA SÖYLE EVE DÖNDÜM / CAROL RİFKA BRUNT


ARANIZDA HAYATI SORGULAYAN VAR MI? KİM OLDUĞUNU, NE OLDUĞUNU, NE KADAR OLDUĞUNU?...

PEKİ BAKMANIN ÖTESİNE GEÇEREK "GÖRMEK" MERTEBESİNE ULAŞABİLEN VAR MI?

"KURTLARA SÖYLE EVE DÖNDÜM" EMPATİ KURAMAYANLARIN VE HENÜZ İNSANLIK EVRİMİNİ TAMAMLAMAYANLARIN KESİNLİKLE SIKICI BULUP RAHATLIKLA ELEŞTİRECEĞİNDEN EMİN OLDUĞUM BİR KİTAP. AMA  İYİ BİR EDEBİYAT OKURUNUN KESİNLİKLE OKUMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNDÜM MUHTEŞEM BİR ESER.

KİTAPTA BİR KAÇ SAYFADA BİR KARŞILAŞTIĞINIZ OLUMLAMALAR YÜREĞİNİZİ BİRAZ ACITACAK. AMA BU SAYEDE BELKİ SEVDİKLERİNİZE GÖSTERMEYE CESARET EDEMEDİĞİMİZ SEVGİMİZİN FARKINA VARIP, UNUTULMUŞ DUYGULARIMIZI KÜFLENİP KOKMADAN GÜN IŞIĞINA ÇIKARMAK İÇİN KÜÇÜK BİR KIVILCIM YANAR İÇİMİZDE...

VELHASIL; KONUSU BAKIMINDAN PEK BENZERİ OLMAYAN KOLAY OKUYABİLECEĞİNİZ  DUYGU YÜKLÜ BİR KİTAP. TAVSİYE EDERİM...




18 Nisan 2014 Cuma

MASUMİYET MÜZESİ

                                                     MASUMİYET MÜZESİ


İNSANIN ÖNÜNE GEÇEMEYECEĞİ LANETLİ BİR DUYGU OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜM 'AŞK'IN LANETİNE BİR KEZ DAHA İNANDIM.

ROMANDA KEMAL'İN KENDİSİNDEN YAŞÇA BİR HAYLİ KÜÇÜK OLAN UZAKTAN AKRABASI FÜSUN'A OLAN SAPLANTILI DUYGULARI ANLATILIYOR. LAKİN BU DUYGULARDAN TUTKULU BİR  AŞKIN MI,   HASTALIKLI BİR SAPLANTININ MI YOKSA ALIŞKANLIĞIN MI AĞIR BASTIĞINI ANLAMAKTA ZORLUK ÇEKTİM. AMA KİTABIN SON SAYFASINI DA OKUYUP DÜŞÜNMEYE BAŞLADIKTAN SONRA AŞKIN, TÜM BU DUYGULARIN BİR KISIR BİR DÖNGÜ İÇİNDE BİRBİRLERİNE GEÇEREK OLUŞTURDUKLARI BİR TÜR RUH HASTALIĞI OLDUĞU SONUCUNA VARDIM. 

EVET AŞKIN SİZİ NE ZAMAN, NEREDE VE NASIL BULABİLECEĞİNİ MAALESEF KESTİREMİYORSUNUZ. TIPKI ANİDEN GELEN BİR TİTREME NÖBETİ YADA KALP ÇARPINTISI GİBİ; KİMİ ZAMAN HAYKIRIP KİMİ ZAMAN NEFESSİZ KALIP BOĞULABİLİRSİNİZ BU DENGESİZ DUYGU NEDENİYLE. HAFİFE ALSANIZ OLMAZ BIRAKIP GİTSENİZ OLMAZ. ONUN ESARETİNE TESLİM OLDUYSANIZ BİR KERE TUTUKLUSUNUZDUR. 

VE ANLATILAN HİKAYENİN SONUNDA ANLADIĞIM TEK GERÇEK AŞKIN MASUMİYETİNİN TÜM GÜNAHLARA GALİP GELDİĞİ, AMA O MASUMİYETİN ESARETİNDEN KAÇMANIN İMKANSIZ OLDUĞU BİR MAHKUMİYETE HAPSEDİLMEK ANLAMINA GELDİĞİDİR.

AŞK YÜREĞİN ESARETİDİR.  TANRI SONSUZA DEK BENİ AŞKTAN KORUSUN...

3 Nisan 2014 Perşembe

MARKUS ZUSAK / İT DALAŞI

                                         MARKUS ZUSAK / İT DALAŞI    

Öncelikle şunu söylemeliyim ki Markus Zusak benim favori yazarlarımdan biri oldu. "Köpek Düşleri"nden sonra serinin ikinci kitabı "İt Dalaşı"yla Wolfe ailesi tekrar karşımızda. Hikayenin odak noktasında yine Cameron ve Rube kardeşler vardır. Aradan birkaç yıl geçmiştir. Ablaları sevgilisinden ayrılmış ve sorunlu günler geçirmektedir. Büyük abileri sonunda kendi evine çıkmış ve aslında hiç istemediği ailesinden uzaklaşmayı başarmıştır; aslında bu bir kaçıştır ona göre ama çok sürmez ve ailede yaşanan sorunlar nedeniyle tekrar ailesinin yanında alır soluğu. Babaları işsiz kalmıştır ve ailenin durumu gün geçtikçe kötüye gitmektedir. 

 Wolfe kardeşler tesadüfen karşılarına çıkan bir adamın önerisiyle para kazanmak için ailelerinden gizli antrenmanlara başlarlar, rakipleriyle dövüşürler... Gün gelir beklemedikleri bir tesadüf iki kardeşi ringde rakip hale getirir. Cameron ve Rube kardeşlerin ergenliğe geçiş süreci, aralarındaki çekişme, aşkları, üzüntüleri, sevinçleri... 

"Hikayenin sonuna  doğru Cameron'ın ringde rakibi olan Rube'la dövüşmek zorunda kalışı ve dayanamayıp ona sarılarak ağlayışı" uzun zamandır ne izlediğim bir filmde ne de okuduğum bir kitapta hiçbir sahne beni bu kadar etkilemememişti.

Uzun lafın kısası "İt Dalaşı", "Köpek Düşleri"ni epeyce aşmış. Tavsiyem; hem çocukları hem ergenleri anlamak istiyorsanız kitaplığınızda mutlaka yer verin bu seriye...

MARKUS ZUSAK / KÖPEK DÜŞLERİ

                                  MARKUS ZUSAK / KÖPEK DÜŞLERİ
Bazı kitaplar vardır daha kapağına bakar bakmaz ön yargılı bulup okumaya üşendiğim ya da çoğu kez söylediğim şu cümlelerle haksızlığa uğrattığım: "bestseller yaa, çocuk kitabına benziyor vs."
          Ama bu kitapla birlikte artık önyargısız olmaya karar vermiş bulunuyorum.
Kitaplarla ilgili hayat felsefeme "Her kitap okunmak için yazılmıştır" söylemini de dahil ettim.
          Üçlemenin ilk romanı olan "Köpek Düşleri" kitabın ana kahramanı olan Cameron Wolfe'un ağzından anlatılmış. Dört çocuklu Wolfe ailesinin hayatından kısa bir kesit gibi sunulan kitap, sade ve akıcı dili sayesinde kolay okunabilecek bir kitap. Ne var ki edebi yönden çok fazla beklentiniz olmasın. Sürükleyici bir öykü değil ama hepimizin kendimizden bir şeyler bulacağını düşündüğüm bir kitap.Edebi yönden zayıf olduğunu düşünsem de tatilde yanınıza alabileceğiniz birkaç şeyden biri olabilir.

2 Nisan 2014 Çarşamba

BİRAZ İNSANLIK RİCA EDEBİLİR MİYİM?...

 
Aslında bir kez baksan bana, dinlesen suskunluğumu benim de senden farklı olmadığımı anlardın. Ama ne var ki sen sadece kendin gibi birini aradın her zaman... Senin gibi düşünen, senin gibi gören, senin konuştuğun lisanda yaşayan, senin değerlerine inanan, senin gibi, senin gibi, senin gibi, senin, gibi, ...
 Hayatı öğrenmen çok mu zor; doğum ve ölümden başka  insanoğlunun hayata kattığı bir anlam var mı... Bir düşün; bak geçmişine, hangi sevinçlerini hala ilk gün ki gibi yaşıyorsun ya da hangi yasını ağlamaklı tutuyorsun.
İnsandır seni yargılayan, hor gören, dışlayan, acıtan, kanatan, ağlatan, yasa büründüren belki de öldüren... Ama insandır seni doğuran, güldüren, eğlendiren, seven, sevdiren, ve belki de yaşamana sebep...
Bak, gör, dinle, tanı... Ne olduğunu kim olduğunu bilsen yeter insan olmaya, insanlığı anlamaya...
 Sadece insan ol çünkü hayatın temelini insanlık ayakta tutar...



1 Nisan 2014 Salı

SON GÜNLERDE MELANKOLİK TAKILMAYA ÇALIŞIYOR HALETİ RUHİYEM...

Yine aynı yerdeyim. Hayattan bir gün daha almışım. Ama onca çabama, yaşadığım zorluklara rağmen  hiç ilerleyememişim.
Ve sıfırı da tükettim artık... Eksilerdeyim... EKSİ, EKSİ,  EKSİ... = KARAMSARLIK = LANET = ÖLÜM =  Sonrasını bilmiyorum... Bilmek de istemiyorum zaten. Öğrenmeye ne gayretim var, ne hevesim, ne merakım ne yeni bir şeylere  yetecek kadar zihnim, ne de hayat sevincim.
Her seferinde boşa çektiğim küreklerle tükürdüğümü yalayarak geçireceğim bir ömrü yaşamaktansa, durgun bir  denizde önce şuurumu yitirip sonra dalgalarla sürüklenmeliyim rotasız kıyılara...

YA DELİRDİM YA DA DEPRESYON BELİRTİLERİ... VAR Bİ DENGESİZLİK YA DENGESİZLİĞİN DE HAYIRLISI ARTIK...

Tam bu kez "tutundum hayata, kenetlendim sıkı sıkıya, seviyorum onu... hem artık inanıyorum ki o da beni seviyor" derken yine olmadı, yine kara çalınan günler kapıma dayanmış, kıracakmışçasına yumrukluyor kapımı. 

Kapkara bulutlar katran rengi yaşanacaklarla yüklenmiş; hafif bir yeli bekliyor üzerime yağmak için. Ve yağdıkça nefes aldığım her an kara çalınacak hayatıma... 
lanetli bedenimin içinde kapkara bir harama dönüşüp, karanlık bir alemde tek başıma kalacağım .

Son yıllarda fark ettim içime ağlayıp kahkahalar attığımı... saçlarım ağarıyormuş, gözlerim çukurlara gömülmüş, yıpranmışım ama hala görünüyor muşum... şaşkınım. Bilmiyorlar ki; bittim ben. 

Hayat hep güçlü ama ben zayıfım. Esen yellerden biri beni mutlaka düşürecek, bundan eminim. 


Uzun zamandan sonra ölüm kızgınlığı yine çöktü bedenime... Saç diplerime kadar  bedenimin yandığını, sızladığını hissediyorum. Hani tepeden tırnağa derler ya işte o derece etki eden bi sızı. Ama en beteri de soldaki meretin sızıymış be insanoğluGünlerdir yüreğime kızgın yağ dökülmüş gibi... Kimseye görünmeden sessiz sessiz kuytusunda ağlayıp duruyor; hani ağlamak değil de kanıyor sanki... Beden, acıya yenik düşüp yığılıveriyor da bir döşeğe; yürek, esaretinin durdurulacağı günü bilmeden kürek mahkumu gibi çalışmaya devam ediyor.


 Hayatla ölüm arasındaki tek bağımız o. Belki ondandır en çok sızlayan yanım olması.  Ama durdurak bilmeden atan yine o...  Beden dedikleri, dünya denilen aleme aitmiş, esas olan ruh imiş. Belki ruhu da içinde saklamıştır... atmasına sebep, içine hapsolmuş ruhun özgürlüğüne kavuşma isteğiyle kendisini yarıp uçmak gayretidir. Hiç bir hücrem onun kadar sızlamıyor. Meğer ne zormuş yürek yangını. Hani vicdanı da içinde barındırırmış ya, belki  ona da ağır geliyordur bu kadar çok şeyi içinde barındırması, ona da ağır geliyordur maneviyatın acısı...


"Bazı insanların en ufak bir karamsarlık anında ölümü düşünmesinin sebebi Allah sevgisinin azlığındandır" diye bir cümle okumuştum adını hatırlamadığım bir kitabın, başka hiçbir cümlesinin aklımda kalmadığı sayfalarının birinde. Artık tanrının varlığını sorgulamıyorum; çünkü 
her geçen saniye biraz daha yokoluşumun gerçeğini idrak ettiğim kadar onun varlığından eminim. Tanrının varlığına inanıyorum zira tanrının varlığı demek kaderin varlığının kanıtı... Hani doğumla ölümden ibarettir kader gerisi kuldaki iradedir derler ya... peki şansın ve şanssızlığın yaşamımızdaki yerini, kadere mi bağlayacağız yoksa iradeye mi? Bunun cevabını da sadece kendi içimde buluyorum; nedense kadere bağlamak akıl terazisinde daha ağır basan bir yanıt oluyor.

Ve bu yanıtla üşüşüyor beynime cevabını sadece aklım ve yüreğimle başbaşa kalarak bulabileceğim sorular. Bir karınca sürüsünün doyma ihtayacı içerisinde içi dolu bir çekirdek kabuğunu yarma çabasıyla; beynimi yırtarcasına zihnime üşüşen sorulara cevap bulup, aklımı yitirip yitirmediğimden emin olup, hiç olmazsa kendi içimde kendimi tatmin etmeye çalışıyorum.

Eğer intiharın neticesi ölüm, ölümse kaderin bir parçası ve ben bunu irademle yapıyorsam neden günahkar kabul ediliyorum? Zira beden denilen hiçlik çöp yığınından ibaret değil mi?.. Öyle olmasaydı ruh tarafından terkedildiğinde kokmaya, çürümeye mahkum olur muydu? Yerin dibinde cümle mahlukata ziyafet olur muydu? En güzel bedenler sanat eseri gibi sergilenmez miydi en afili müzelerde?.. Ve daha nice cevapsız sorular...

İntihara da kaderin bir parçası gözüyle bakıyorum artık; tıpkı şansı da kaderin bir parçası gördüğüm gibi. Kimi şanslıdır hem ruhuyla hem bedeniyle... aslında bunlardan biri bile yeter hayatın güzelliğini görüp yaşamaya. Ama eğer beden ve ruh uyuşmuyorsa hayata uymuyorsundur. Çünkü insan denilen mahlukat kendi yaşadığı hayatın kurallarına uymayanı kendisine hiçbir açıdan benzerlik göstermeyeni sevmez, kabullenmez, dışlar, lanetler, ölüme sürükler, "hakkıdır ölüm", "müstahaktır" der ve çoğu kez bunu kendi elleriyle gerçekleştirir. Yitirmiş olduğu insanlığıyla bunu Allah tarafından kendisine verilmiş görev bilinciyle gerçekleştirir.


Ama önce aşağılayıp sonra da zevkle bu eylemi gerçekleştirmelerine izin veremem. Artık al canımı diye tanrıya yakarmaya bile üşeniyorum. Ve son son aylarda daha çok düşünmeye başladım; bahsi geçtiğinde bile insanoğlunu korkutan bu eylemi. Yorgunum... nefessiz kalıyorum... ne gülüyorum artık ne ağlıyorum...

Geçenlerde tramvayda yolculuk ederken camdaki aksime takıldı yüzüm; boş bakan bir çift göz ve sadece kahrın kapladığı bir suretten ibaret kalmışım... diğer yolcular bana mı bakıyordu yoksa ben mi dikkatleri üzerime çekiyordum bilmiyorum. Nedense böyle bir düşünce sardı son günlerde... sanki onlardan biri değilmişim onların nefes aldığı hayatta fazlalıkmışım gibi, onların bulunduğu hayatta bir asalak, bir kemirgen, bir virüs, dikkat çeken ama hiçbir özelliği olmayan zavallı bir yaratık gibi hissediyorum kendimi.

ölüm hep kapımda belki de ben onun kapısındayım... bir gün o kapıdan içeri gireceğimi bildiğim halde arsızca bir an önce girebilmek için tekmeleyip duruyorum. ölüm kapısı umut kapısı demek benim için.


 umudu olmayan insan gülemezmiş ya belki de olan olmuştur artık kovulmuşumdur umut kapısından. artık yaradandan bile umudum yok. tanrının haylaz bir çocuk olduğunu düşünüyorum, sanki elleriyle çamurdan yoğurup şekllendirip bir takım varlıklar yaratıyor sonra da eksiğiyle fazlasıyla yaptıklarının nasıl göründüğünü nerelere biblo olacağını düşünmeden fırlatıyor dünya denilen aleme. küçük bir çocuğun kilden yapma oyuncağı olarak atıldığımı düşünüyorum hayata. üzerime yapışan çamurlardan bir türlü arınamamama bir sebep bulamıyorum böyle kandırıyorum kendimi...

"Anlıyorum" bu kelimeyi ne kadar fzla duyuyorum son zamanlarda. herkes herkesi anlar olmuş, meğer insanoğlu çoktan herşeyin sırrını çözmüş kurabildikleri empati sayesinde teselli olduğunu bile düşünür olmuş en çaresiz gördükleri insanlara peki anlıyorum demek yeter mi anlamak neyi değiştiriyor hiçbir çaba sarfetmeden. ama ben nefret ediyorum bu kelimeden:  yalan... anlamıyorsun ama ben anlıyorum yalancısın... çünkü hiçbir zman anlamıyorsun anlamayacaksın ve anlamaya da çalışmayacaksın zira anlasan ben ucurumun kenarında kollarımı açmış ölümü kucaklamayı bekliyor olmazdım.


kaybolmak geliyor içimden, bir anda yer yarılsın dibi boylayayım.


bu kadar zor mu diyorum, koca dünya da bir tek bana mı yer yok, bir tek bana mı  hayat yok, diyorum. çok değil ki istediğim sadece ölüm meleğinin bedenimdeki esareteme son vererek ruhumu sonsuzluğa uçurmasını...nasıl olsa olmayacak mı, uçmayacak mı... neden bu kadar istekliyken zora koşması...


soğuk bir nehire atlamak gibi bir anda atlamak istiyorum ölüme...


yalnızım... çok yalnızım... yitiğim... bitiğim... suskunluğum ise sadece çaresizliğimden...

ve farkettim aslında ne kadar küçük şeylerle kendimi avutmuşum bile bile lades demişim tüm acılara...


ama bu kez bitti çünkü kaybettim... gidiyorum... 


yarın bile çok uzak geliyor en çok geceleri başımı yastığımın altına koyduğumda geliyor ölüm düşüncesi... ölmüşüm de yatağım 

mezarımmış gibi hissediyorum... öyle huzurla doluyorum ki... ölüm de böyle birşey olsun istiyorum huzurla uyuduğum yatağımda sonsuza dek gecenin sessizliğnde sonsuza dek uykuya dalmak gibi... uyumak istiyorum ya da ölmek ikisi eşdeğer gibi geliyor... aslında ne istediğimi bende bilmiyorum... eğer bilseydim bu yazıyı okuyor olmazdın.

30 Mart 2014 Pazar

'GÜLBEN PROGRAMI' İÇİN YAZDIĞIM YONCA LODİ İLE İLGİLİ VTR METNİ


BAZI İNSANLAR VARDIR; DAHA ADI ANILIR ANILMAZ ASİL SIFATIYLA ANILAN... VE ÇOK AZ İNSAN VARDIR HÜZÜNLÜ YÜZÜYLE DİMDİK DURMAYI BAŞARAN...

1974 YILINDA İSTANBUL'DA GELİR DÜNYAYA, HÜZÜN YÜZLÜ ASİL SANATÇI...

ÇOCUKLUĞU İLK VE ORTAOKULU  DA OKUDUĞU BEŞİKTAŞ'TA Kİ DUVARLARINDA TÜRK SANAT MÜZİĞİ YANKILANAN EVDE GEÇER.EN BÜYÜK TUTKUSU OLAN MÜZİK DAHA O YAŞLARDA TAKILIP KALMIŞTIR HAYALLERİNE... VE BÜYÜDÜKÇE ŞARKILARI KENDİNDEN BİRER PARÇA OLARAK GÖRMEYE BAŞLAR.


ÜNLÜ OLMAK DEĞİLDİR HAYALİ, SADECE MÜZİKTİR...ŞARKILARINI SÖYLEMEKTİR...


LİSE YILLARINDA OKUL ORKESTRASIYLA ÇEŞİTLİ YARIŞMA VE KONSERLERE KATILIR... DAHA O YAŞLARDA TEMELİNİ ATAR KARİYERİNİN.


1992 YILINDA GİRMİŞ OLDUĞU YETENEK SINAVINDA,  MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ DEVLET KONSERVATUVARI SAHNE SANATLARI OPERA-ŞAN BÖLÜMÜNÜ BİRİNCİLİKLE KAZANIR VE BİRİNCİLİKLE MEZUN OLUR.


HENÜZ 21 YAŞINDAYKEN AŞK ÇALAR KAPISINI VE ALPHAN LODİ İLE OTURUR NİKAH MASASINA...  5 YIL SONRA 'HAYATIMDAKİ EN GÜZEL ŞEY' DEDİĞİ OĞLU EGEHAN GELİR DÜNYAYA...


1996 YILINDA HAYATINDA ÇOK ŞEYİN DEĞİŞECEĞİ BİR KAPININ KİLİDİNİ  'SONY MÜZİK' İLE ALBÜM ANLAŞMASI İMZALAYARAK AÇAR... 1999 YILINDA KENDİ ADINI TAŞIYAN İLK ALBÜMÜYLE ÇIKAR DİNLEYİCİLERİN KARŞISINA...

GİDEN BİR SEVGİLİYE 'KENDİNE İYİ BAK... SANA BİRŞEY OLMASIN' DİYEREK GİRER HAYATIMIZA... SONRA  BAŞ KOYDUĞU MÜZİK SERÜVENİNE 'İNADIM İNAT' DEYİP YARINLARA 'KALICI ŞARKILAR BIRAKMAK' ÜMİDİYLE  2001 YILINDA  'AŞKTA VE AYRILIKTE' ADLI İKİNCİ ALBÜMÜNÜ YAYINLAR.


ÜNLÜDÜR ARTIK...  AMA BU ÜNDEN ÇOĞU ZAMAN RAHATSIZLIK DA DUYAR... SOKAKTA YÜRÜRKEN BİLE UTANIR TANINMAKTAN.



SEZEN AKSU, FUAT GÜNER, AYSEL GÜREL, MELİH KİBAR, İLHAN ŞEŞEN, ZEKİ GÜNER, FEBYO TAŞEL VE DAHA NİCE ÖNEMLİ  İSİMLE ÇALIŞIR.


 AŞKIN ÖMRÜNÜN NE KADAR OLDUĞUNU MERAK EDER AMA YANITINI BULAMAZ  VE GÜN GELİR SÖZ YAZARI ZEKİ GÜNGÖR GÖZÜ KAPALI 'EMANET' EDER YAZDIĞI ŞARKILARDAN BİRİNİ KENDİSİNE...  BULDUĞU BİR ÇOK SORUNUN YANITI GİBİ AŞKIN 'ÖMÜRLÜK EMANET OLDUĞUNU' BU ŞARKIYLA ÖĞRENİR.

 UZUN BİR EVLİLİKTEN SONRA EŞİYLE AYIRDIKLARI YOLU OĞLU VE ŞARKILARIYLA YÜRÜMEYE DEVAM EDER.

 GÜN GELİR ŞARKILARIN CANINI ACITTIĞINI HİSSEDER...  BU ACIYA SESSİZCE AĞLAMAYI YAKIŞTIRAMAZ "HIÇKIRMALISIN" DER.
 
HER İNSAN GİBİ GEL-GİTLER YAŞADIĞI DÖNEMLER OLUR...  2007 YILINDA "YOLUMU BULURUM" DER... "YETER" DER... KÜRŞAT BAŞAR'IN 'BAŞUCUMDA MÜZİK' ADLI KİTABINI DA YANINA ALIP "ALDIM BAŞIMI GİDİYORUM" DER İSYAN EDERCESİNE.

 AMA ALIP BAŞINI GİTMESİNE İZİN VERMEZ "BAŞUCUNDAKİ MÜZİK"... "SAKLANMA"  DİYE HAYKIRIR YÜREĞİNE. BU HAYKIRIŞ HERŞEYİN 'MİLAT'I OLUR... KOCA BİR KİTAPTAN ETKİLENEREK YARATTIĞI UNUTULMAYACAK BİR ŞARKIYLA TEKRAR DÖNER HAYATIMIZA.

"SEVGİNİN DİLİDİR İŞİN SIRRI, BEN SEVGİNİN DİLİNİ BİLİYORUM" DER. O DİLDE YAZAR ŞARKILARINI...


5 ALBÜM VE 5 SINGLE'A İMZA ATAR. SAYISIZ ŞARKI ONUN SESİYLE GİRER HAYATIMIZA...


VE İSTEDİĞİ GİBİ "SAYGIN" DİYEREK NİTELENDİRDİĞİ DİNLEYİCİ KİTLESİNİ YARATMIŞTIR YILLAR İÇERİSİNDE...


YILLAR ÖNCE HAYALLERİYLE  YOLA ÇIKTIĞI MÜZİK YOLCULUĞUNDA MÜZİĞİN 'EDEBİYAT'INI BİLEN BİR SANATÇIDIR  O ARTIK...


SON ALBÜMÜ "12" AY İLE MÜZİK YOLCULUĞUNA DEVAM EDEN YONCA LODİ, UMUYORUZ SESİN VE ŞARKILARIN HAYATIMIZDAN HİÇ EKSİLMESİN.      



       

27 Mart 2014 Perşembe

ŞEFKAT



Yağmurlu ve soğuk bir gündü, kimi ellerinde şemsiyesini, kimi üzendeki montunu siper etmişti yağan yağmura karşı başlarını, bedenlerini… Üşüyordu, sırılsıklam olmuştu, titriyordu, açtı günlerdir bir çöp bile karıştıramamıştı çünkü kendisi gibi olan diğer sahipsiz büyükleri tüm çöplerin içinden girip dışından çıkıyorlardı ve ona sadece boş torbaları koklamak kalıyordu, bir kırıntı bulma ümidiyle… Kendisini ısıtacak sıcak bir kucak arıyordu, biraz da şefkat, her gördüğüne yalvaran gözlerle bakıyordu, henüz küçücüktü, belki de bu nedenle insanlar onu görmüyordu ve büyümesi gerekti, umursanılmadığını anlayınca da gidenin ardından başını çevirip bakacak kadar yüzsüz olmadığını düşünüp, önünden geçen diğer hayatlara sadece bakmakla yaşatıyordu içindeki sahiplenme ümidini ve yaşama direncini…
         Hayatı bilmiyordu, annesi babası varmıydı… Kardeşi olmuş muydu hiç, eğer varlarsa neredeydiler.
         Yol kenarında yürürken hızla geçen bir araba sıçratmıştı dünyanın çamur gölünü üzerine bir an o gölün kendisini boğacağını düşündü, nefes almakta zorlandı, ama sonra rahatlar gibi oldu nefes almaya başlamıştı yine, bedeni üzerindeki çamur ve sulardan dolayı gittikçe ağırlaşıyordu, ayakları artık bedenini taşıyamayacak kadar yorulmuştu, başını sol tarafına çevirdi kapısı açık bir apartman duruyordu önünde, hızlıca içeriye girdi, hiç ses yok tu, merdivenlerin üzerine çıktı, soğuktu mermer merdivenler, ama en azından ıslanmıyordu. Daha önce yediği çamurlu sulardan arınmak için titreyip silkelendi ve üzerinden sıçarattığı damlalar ufakça bir çamurlu su birikintisi oluşturmuştu birkaç merdiven üzerinde, paçalarından sular süzülmeye devam ediyordu.
           Biraz uyumaya ihtiyacı vardı, gözlerini kapattı birkaç dakikalık huzurlu bir uykuya dalmıştı ki, gelen ayak sesleriyle irkildi, titredi ve ayaklandı, elleri poşetlerle dolu kendisine doğru hızla ve sinirli bir şekilde yaklaşan kısa boylu şişman, bıyıklı adamı gördü. Tekrar ümitlendi gözlerinde yalvaran bakışlarıyla adama baktı, bu kısa boylu ve bıyıklı adam onu görmüştü ve yanına yaklaşıyordu, büyüdüğünü hissetti, çünkü bu adama diğer insanlara olduğundan daha fazla yakındı mesafe olarak, kendisi gibi bıyıkları da vardı. Ellerindeki poşetlere kaydı gözleri, içlerindeki ekmekleri ve süt kutularını gördü, gözleri irileşti hemen.
            Adamın gözlerinin içine baktı. Ama bu adamın gözlerinde tıpkı kendisini çöplerden uzak tutmaya çalışan diğer büyüklerinin öfkesini görmüştü, adamın adımları yaklaştıkça bu öfkeyi daha fazla görüyor ve korkusu gittikçe artıyordu. Olduğum yerde korkarak biraz da şefkat dilenen, yalvaran gözlerle bakıyordum kendisine. Şımarık biri olduğumu düşünmesin diye sesimi bile çıkarmaya cesaret edemiyordum. Adam Gittikçe yaklaştı, merdivenleri çıkmaya başladı benim bulunduğum merdivenin iki merdiven üstüne çıkmıştı, ben şaşırmıtım bu adamda mı beni görmüyordu, yoksa görmezden mi geliyordu. Görmezden gelmesine bile razıydım yeter ki şuracıkta biraz olsun uyumasın izin versin… Şu an buna çok ihtiyacı vardı.
             İki üst merdivene çıkan adam bir anda karnına öyle bir tekme savurdu ki, bir anda havalanıp olduğu yerden birkaç metre ilerideki apartman kapısının önüne hızla çakılmıştı. Canı çok acıyordu, kapının arkası yağmur, çamur, fırtına, açlık, tehlike demekti. Yerinden hareket edemiyordu. Buradan çıkmak istemiyordu, açlığına, üşümesine, sırılsıklam oluşuna bir de canının acısı eklenmişti. Ama sesini çıkaramıyordu. Kendisini kovmaması için yalvaran gözlerle baktı adama. Adam “bak hala bakıyor, çıkmıyor da” diyerek üzerine geldi, korkusu gittikçe artmıştı, buradaki son saniyeleriydi diye geçirmişti aklından, adam tam ikinci tekmeyi de savurup açık olan kapıdan kendisini az önce üzerine sıçrayan çamurlu su birikintisine savuracakken kurtarıcısının sesini işitmişti. “ ne yapıyorsun rıza efendi” diyen Fehmi beydi kapı önünde elinde şemsiyesiyle duran yaşlı adam. Rıza efendi’nin gözlerindeki öfke bir anda kaybolmuştu ve şimdi canı acıyan zavallı yavru kedi gibi Fehmi beye endişeli gözlerle bakarak ve titreyen sesiyle kendisinin haklı olduğunu ispatlayacağını düşündüğü savunmasına geçmişti “bunları buraya alıştırmamak lazım Fehmi bey, biri dadandı mı gerisi de gelir, bir daha da arındıramayız apartmanı bunlardan, kapıdan kovsak bacadan girerler, evimizin içini bile zaptederler, iyisi mi en başından alıştırmamak bunları buraya” demişti. Yerde canının acısıyla kıvranan kedi ne olduğunu anlamaya bile çalışmadan sadece Fehmi beyin yüzüne odaklanmıştı. Adamın gözlerinin içine bakıyordu ve ilk defa bir insanoğlunda şefkati görebiliyordu.

              Fehmi Bey elindeki şemsiyesini yere bırakarak“o da bir can, bak ne kadar korkmuş” diyerek eğilmiş, kucağına almıştı ıslanmış ve titreyen kediyi. En ufak bir tiksinti duymadan başını okşamıştı, çamurlu tüylerini zarifçe tarar gibi okşamıştı, en tuhafı da sanki kucağındaki kedinin can acısını biliyor da oradaki acıyı söküp yok ediyormuş gibi tekmeyi yediği karnını okşuyordu. “hem daha küçücük bir yavru, annen nerede senin, kardeşlerinden ayrımı düştün” deyip kucağındaki kediyle rıza efendi arkasını dönmüş merdivenleri çıkarak ilerliyordu. Rıza efendi yerdeki şemsiyeye baktı az önce tekmesiyle savurduğu kediden sıçrayan çamurlu sularına Fehmi beyin yağmurda ıslanmış şemsiyesinden süzülen sular karışarak bir birikinti oluşturuyordu, merdivenleri ağır ağır çıkan Fehmi beyin arkasından baktı ve tüyleri ıslanmış kediyi sanki kendisi okşuyormuş gibi tiksintiyle arkasından bakakalmıştı.

BEKLEYİŞ

BEKLEYİŞ

Bugün babamı uğurladığımız yerdeyiz yoldalarmış yarım saate kadar geleceklermiş. Annem tıpkı o günkü gibi ağlamaklı. İlk günü hatırlıyorum da kaç yaşındaydım tam olarak bilemiyorum, üç ya da dört öyle bir şey işte. Babam önce elini öptürmüştü anneme sonra da annemi alnından öpmüştü. Benim yanağımı okşayıp sol yanağımdan öpmüştü son kez. Ağlayarak babamın arkasından bakan annemin kucağındaydım. Önce anneme sonra elinde bavuluyla arkasını bize dönüp giden babama bakmıştım. O an ne anladım bilmiyorum ama sağ elimi gözlerime yaklaştırıp, akıtmaya engel olamadığım yaşları nafile bir çabayla silmeye çalışıyordum. Babam git gide uzaklaşıyordu… Ve gitmişti… Yok olmuştu hayatımızdan.
       Annem zaman zaman ağlardı. Babamın ona gönderdiği mektupları saklardı. Okuryazarlığı yoktu, içlerinde ne yazdığını bilmiyordu, öğrenmeyi çok istiyordu. Ama hiçbir zaman benim bile okumama izin vermemişti. Onun eşiyle mahremiydi o mektuplar. Okuyamasa da kocasının eli değmişti, tıpkı elini öptüğü gibi mektupları da öper ve odasındaki kilitli çeyiz sandığına koyup sandığın kapağını kilitlerdi. Kaç kere sandığın anahtarını aramıştım ama bulamamıştım.
         Ben okula başlayana kadar zaman böyle geçti. Ben ilkokul ikinci sınıftaydım babamın mektupları kesilmişti, artık babamdan haber gelmiyordu. Annem belli etmeye çalışmasa da ben anlıyordum. Belli ki mektup arasına para da sıkıştırıyordu, mektuplar kesilince soframızdaki aş da kesilmeye başlamıştı yavaş yavaş; önce et kesilmişti soframızdan sonra pilav sonra diğerleri… kasabaya gitmez olmuştuk artık ,köyün bakkalının yanından geçmeye korkuyordu annem, aş son demi bulana kadar da borçlanmak istemiyordu.  Annem Onurlu kadındı öz babasının bile yardımlarını kabul etmiyordu, babamla kaçtığı için biraz da mahcup hissediyordu kendisini. Kala kala elimizde bir tek ineği kalmıştı. Son zamanlarda soğanı suya doğrayıp kaynatır olmuştuk, yanında da annemin tandırda pişirdiği ekmek. Tek aşımız bu olmuştu.
           Gözleri hep uzaklara bakıyordu, belli ki babamın yolunu gözlüyordu. Herkesin gözünün içine bakar olmuştu, babamdan bir haber bekliyordu. Uyuduğumdan emin olduğu zamanlarda ağladığını duyardım başındaki örtüsünü dişlerinin arasına koyup sıkardı ki hıçkırıklarını duymayayım diye, ama ben yorganı aralar karanlıkta da olsa duyar ve görürdüm.
           Dedem çok ısrar ediyordu, annemin ve benim kendileriyle yaşamamız için. Annem daha fazla dayanamamıştı. Çünkü ben çok kilo vermişim, annem süzülmüş, okula gidemezmişim, böyle gidersem ölürmüşüm, bizim iyiliğimiz için en doğrusu buymuş, dedemlere yerleşmeliymişiz. Annem önceleri “kadın dediğin evin de beyi olmasa da ocağı tüttürmeli, evimde oğlumla babasının gelişini bekleyeceğiz” diye diretse de dedem haklı olduğunu düşündü, kendisi yalnız olsaydı fark etmezdi, ama oğlunun iyiliği için kaçarak geldiği baba evine dönmek zorundaydı.
          Giysilerimiz dışında hiçbir şey almamıştı annem, zaten dedem de gerek olmadığını söylüyordu. Ev olduğu gibi bırakıldı ve dede evine yerleştik.
           Dedemlerin evi bizim köye yakındı ama dedemin annemin kaçmasından dolayı duyduğu kırgınlıktan dolayı hiç bu köye gelmemiştik, arada anneannem ve teyzem gelirdi bize ziyarete dedemden habersiz olduğunu söylerlerdi, ama ben hiç de öyle olmadığını biliyordum çünkü çocuklar her şeyi bilir, artık dedemin de bir kırgınlığı yoktu tekrar bağrına basmıştı annemi tabii beni de… Dedemler kalabalık bir aileydi; anneannem, dedem, annemden kaç yaş büyük olduğunu bilmediğim teyzem ve onun iç güveysi eşi, büyük dayım, eşi, iki çocuğu, küçük dayım ve bunca nüfusa bir de biz eklenmiştik.
           Durumumuzda fazlaca bir değişiklik olmamıştı, soğan çorbasına biraz patates biraz da salça eklenmişti. Arada bir bulgur pilavı ve salatayla da ziyafet yaratılırdı, hepsi bu. Ama annem daha az üzülüp hiç ağlamaz olmuştu artık ya da ben göremiyordum.
          Okuluma devam ediyordum. Dedem sağ olsun beni de okutuyordu, dayımın küçük oğluyla aynı okulda ve aynı sınıftaydım artık, köy değişince okul da değişmişti. Evde bu kadar nüfus olmaza rağmen herkes birbirine çok saygılı ve güler yüzlüydü, bu evde huzur vardı, dedem hep böyle söylerdi.
          Dayımlar asla baba eksiklini aratmadılar, öz evlatlarıymışım gibi birer baba şefkatiyle yaklaştılar hep. Ama bu mutlu ailede de dağılmalar başlayacaktı. Altıncı sınıfa başlayacağımız yıl büyük dayım eşini ve çocuklarını da alıp İstanbul’a yerleştiler. Ben kardeşim gibi sevdiği aynı zamanda sınıf arkadaşım da olan kuzenimden de uzak düşmüştüm. Bir yıl sonra da küçük dayım onların ardından üniversiteyi kazanıp İstanbul’a abisinin yanına okumaya gitmişti. Öğretmen olacaktı dayım, ailenin de ilk üniversite eğitimi almış bireyi olacaktı. Gurur duyuyorlardı. Dedem diğer çocuklarını okutmak istemiş ama okutamamıştı, “ama inşallah torunlarım dayılarını geçecek, ben sağ oldukça hepsini okutacağım” deyip dururdu. Ama ne var ki henüz dayım üniversitenin ikinci yılındayken kaybettik dedemi. Bir kış günüydü, adam boyu kar yağmıştı, yollar kapalıydı, fırtına vardı. Dedem kalp krizi geçirmeye başlamıştı. Köyde zaten doktor yoktu kasabadaki sağlık ocağına yetiştiremeden kaybetmiştik onu.
           Ben yedinci sınıftaydım o zaman. Teyzem, eniştem, anneannem, annem ve ben kalmıştık, nüfusun yarısı gitmişti. Evde artık teyzemin sözü geçiyordu. Teyzem açıkgöz bir kadındı. Eniştem kendi halinde temiz kalpli bir adamdı. Teyzem onu sevmiş o teyzemi, dedem de müsaade vermiş evlenmelerine, evlendikten sonra da eniştemi iç güveysi getirmeye razı etmiş, eee köy yerinde kaynanayla yaşamak zor; ona da teyzem gelemez, biraz rahatına düşkün kadındır teyzem, senelerce çocukları da olmamıştı. Eniştem hep saygılı babacan bir adamdı, hala da öyledir. Teyzem bu evden çıkmayı hiç istemedi bir gün dedeme bir şey olursa iyi kötü başlarını soktukları daha doğrusu teyzemin başını hiç çıkarmadığı bu evin kendisine kalması en çok istediği şeydi. Dayımlar da gitmişti, zaten bir anneannem birde biz kalmıştık. Ama anlamadığım bir şey vardı dedem bu kadar hoşgörülü, çocuklarından sevgisini esirgemeyen bir insanken neden annemle babam kaçarak evlenmişlerdi, dedem evlenmelerine izin mi vermemişti, bu soruyu aslında babama dair birçok soru bu evde cevapsız kalıyordu. Sanki öyle biri hiç olmamış gibiydi. Annem bile unutmuştu. Benim bir babam var ve ben nerede olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaşadığını bilmiyordum, bildiğim tek şey gurbette olduğuydu, peki ama gurbet nereydi, ne kadar uzaklıktaydı bu köye, kaç yıl sürüyordu gidip gelmesi.
          Bir keresinde annemle birlikte kaldığımız odada ders çalışıyordum. Şu sayfaya da çalışayım şu satırı da ezberleyeyim derken susuzluğuma daha fazla dayanamayıp, dedemin bir zamanlar evin bahçesine yapmış olduğu çeşmeden su içmeye gitmek için odanın kapısını açtım, diğer odada annem ve teyzemin konuşmalarını duyar gibi oldum, yaklaştım odanın kapısına, ne konuştuklarını merak ediyordum, teyzem “kes artık şu ümidini, bu gençlik bir daha ele geçmez. Zaten resmi nikâh da yok… Kaç yıl oldu, ne zamana kadar onu bekleyeceksin, seni oğlunla kabul edeni de bulmuşsun, ne diye hala onu beklersin bilmem ki dediğini duymuştum. Bir kaç saniyelik bir sessizlik olmuştu belli ki teyzem o zaman bu birkaç saniyelik suskunlukta annemin kendisine olumlu bir tepki vermesini, söylediklerin de haklı olduğunu düşündüren bir söz söylemesini bekliyordu. Ama annemin başı önünde düşünceli, suskun kaldığını görünce daha da hiddetlendiğini görmüştüm. Teyzem bu sefer nispet yaparcasına bir ses tonuyla “ hem başka…” diye söze başladığında, annem kapıda kendilerini izleyen oğlunu görmüştü. Ve tedirgin bir şekilde suskunluğunu bozarak “tamam abla” deyip teyzeme gözleriyle beni işaret etmişti. Annem tedirgindi korkmuştu öz oğlunu bir hortlak gibi görmüştü galiba, gözleri açılmış, nefes alış verişi hızlanmıştı, sen niye ders çalışmıyorsun, diye titreyen sesiyle biraz da şaşkın suratıyla sormuştu. Ben hiç bozuntuya vermeden susadım su içmeye çıktım ne oldu ki deyip, odama geçmiştim, artık çocuk değildim anladım ki annemle babamın nikâhı yokmuş, yani evli değillermiş, bir aile olabilmesi için anneyle babanın resmi nikâhı olması gerekirdi, demek ki biz aslında hiçbir zaman aile olamamıştık. Demek annemle beni kabul eden biri varmış, yani anneme resmi nikâh kılacak bir koca, bana da üvey baba. O zaman aile mi olacaktık yani. Şimdi biz bu evde bir aile olamamış mıydık yani? Ben kitabımın başında ders çalışır gibi, bunları düşünürken annem birkaç dakika aradan sonra odanın kapısını açarak içeriye girdi, yanımdaki divanın üzerine yavaşça oturup, başımı bana doğru sağ kolunu uzatıp, nasıl gidiyor oğlumun dersleri demişti. Ben yine hiç bozuntuya vermeden “ iyi anne” deyip gözlerinin içine bakarak gülümsemiştim. Ve tekrar aklımda o düşüncelerle üzeri formül ve yazılarla dolu kitabıma boş gözlerle bakıp okur gibi yapmaya devam etmiştim. Annem biraz rahatlamıştı galiba. En azından yüzünde çok ağır bir sorumluluğu alnın akıyla yerine getirmenin rahatlığı vardı.
         O günden sonra hiçbir şey sormamıştım ne anneme ne de bir başkasına… Çünkü annemin artık üzüntülü ve düşünceli görmek istemiyordum… Anladım ki baba ve koca kelimeleri annemde iz bırakan yaralar bırakıyordu.
         Lise çağıma geldiğimde okumanın artık benim için hayal olduğunu düşünüyordum. Dayım üniversiteyi bitirmiş ve Erzincan’daki bir ilköğretim okuluna sınıf öğretmeni olarak atanmıştı. Anneannem enişteme verdiği parayla yedi evi doyurmasını söylemişti. Kaç haneyi kaç öğün sevindirdiler bilmiyorum.
         Annem yıllardır baba evine yük olduğumuzu düşünüyordu. Bunu da her fırsatta söyleyip dururdu. Kendini bu eve karşı borçlu hissediyordu. Bu evin bir bireyinden ziyade kendisini çocuğuyla yamanmış hizmetlisi olarak görüyordu. Neden bu eve bu kadar yabancı olduğunu düşünür dururum, ama ne bir cevap bulurum kendi kendime sorduğum sorulara, ne de anneme sormaya cesaret edebiliyordum. Herkesin bir mahremiyeti vardır, söz konusu annem de olsa onun saklamaktan belki de unuttuğu sırları tekrar gün ışığına çıkarıp acı çekmesine hakkım yoktu.
           Annem yıllardır olduğu gibi arada bir baba evinden tek bir eşyasına dokunmadan çıktığı koca evine gider, artık kullanılmayan eşyaları havalandırır, camlarını siler, bacasını tüttürür. Sonrada boynundan çıkarmadığı anahtarla kapısına kilidi vurup geri dönerdi.
           Bu nasıl bir çelişkiydi böyle ben üzülmesin, kırılmasın diye kendisine babamla ilgili en ufak bir soru bile soramazken o babama gelin olduğu bu evi hala sanki babam her an gelecekmiş de evi derli toplu sıcak bir yuva olarak görsün düşüncesiyle yaşıyordu.
           Liselere kayıtların başladığı hafta İstanbul’daki dayım telefonla aramış oğlunu kayıt ettireceklerini benim okul durumum hakkında ne düşündüklerini anneme ve anneanneme sormuştu. Annem her seferinde olduğu gibi sessizliğini bu konuda da bozmamıştı. Anneannem hemen devreye girmişti. Tabii ki okul kaydımı yaptıracaklardı ama köyde okul yoktu, kasabada ki tek liseye de kışın nasıl gidip gelebilirdim ki, gerçi köyün gençlerini götürüp getiren bir okul servisi vardı ama… Dayım bunları duyunca İstanbul’a gelmemi, oğluyla aynı lisede okumamın daha iyi olacağını söylemişti. Anneannem ne anneme ne de bana sormadan, kesin kararını vermişti. Ben İstanbul’a gidecektim. Annem hiç itirazda bulunmamıştı tek bir söz bile söylememişti. Enteresan şekilde gözlerinin içi hem gülüyor. Hem de acı çeker gibi dolu dolu oluyordu. Bir taş oturuyordu boğazına, biliyorum ağzını açsa gözyaşları boğacaktı onu. Sadece sustu.
           Bir hafta sonra otobüs biletim alınmıştı, önce dedemin mezarını ziyaret ettik, uğurlanma vakti gelmişti. Ama ben babama olan hasretine bir de bana olan hasreti ekleniyordu.ama ben babam gibi olmayacaktım bu bir veda değildi, annemin bekleyişi boşa olmayacaktı, her okul tatilinde soluğu burada alacaktım, kadıncağıza bir de ben hasretlik yaşatmayacaktım. Sırayla ev halkının teker teker ellerini öpüp, yanaklarımdan öptürüp, sarılmıştık, ama sıra anneme gelince boğazıma bir taş oturmuştu hani ağzımı açsam, nefes almaya kalksam ya boğulacaktım ya da o taş yüreğime inecekti, yüzüne bakmamak için ne çok soğuk terler dökmüştüm, o birkaç saniye boyunca. Annem ağlayarak bir şeyler söylemişti, ama ben o an orada değildim ve bir kelimesini bile duymamıştım, çünkü o an orada olsaydım olduğum yerde kalırdım ve bir tek adım atamadan arkamı dönüp gidemezdim, ağlamayacaktım annemi daha fazla ağlatmamak için. Arkamı döndüm ve çantam elinde beni otobüsüme götürmek için bekleyen enişteme hadi gidelim der gibi donuk bir bakış attım. Bu bakıştan nasıl bir anlam çıkardı bilmiyorum, gözleriyle konuşan insanlardan değilim, ama bazen bir heykel gibi anlamsızca uzaklara bakmak bile çok şey anlatıyormuş, şimdi daha iyi anlıyorum, daha önceleri aklıma gelmeyen en ufak bir şeyden bile hayatlara sığamayacak anlamlar çıkarmayı…
          Eniştem beni koltuğuma kadar oturtup, bavulumu kendi elleriyle yerleştirmişti bagaja, elime de biraz epey bir harçlık tutuşturduktan sonra elini öpmeme müsaade etmeden alnımdan öpüp, gözleri dolu dolu inmişti otobüsten, cam kenarında oturuyordum, inen enişteme baktım, otobüsün motoru çalışmaya başlamıştı, ağır ağır hareket ediyordu, bana el sallayan enişteme birkaç saniyelik el sallamadan sonra enişteme de arkamı dönmüş gidiyordum. Camdan arkamda kalan enişteme bakmak için ayağa kalktım, eniştemden gittikçe uzaklaşıyordum o olduğu yerde durmuş gözünden akan yaşları siliyordu.
           Otobüste başımı cama dayayıp annemi düşünmüştüm. Biliyordum ben yoldayken o bir kenara çekilmiş ağlıyordu. Anneannem de benim geleceğim için böylesinin en doğrusu olduğunu söyleyip nafile bir çabayla teselli ediyordur. Teyzem ise sürekli bozuk plak gibi her defasında tekrarladığı cümleleri sıralıyordu.
          - kaç kere söyledim evlen barklan, bir gün yalnız kalırsın… Bu da yetmezmiş gibi haklı çıktığını sanıp havalara girmiştir. Ben bu kafam da bu düşüncelerle boğuşurken, annem ne haldedir şimdi, inşallah hiçbir şey düşündüğüm gibi olmasa. Annemin ağlayıp üzülmesine amenna da teyzem dilini tutsa.
             İstanbul’a vardığımızda otobüs anons da bulunmuştu, hiç uyumamıştım saatlerce, dayım beni almak için otogara geldiğini biliyordum. Hemen camdan dışarıya baktım, gözlerim dayımı aramıştı. Ve işte görmüştüm diğer yakınlarını bekleyenlerin arasındaydı ve gözleri otobüs kapısından inenlerdeydi. O beni göremeden ben onu görmüştüm, heyecanını, merakını, ak düşmüş saçlarını…
            Dayımla yaşadıkları eve vardığımızda tüm aile çok karşılamıştı beni. Yengem çocuklar, dayım hepsi çok değişmişti, tabii sadece fiziksel olarak, çocuklar büyümüş yakışıklı birer delikanlı olmuşlardı, teyzem ve dayımın ise saçlarında aklar, yüzlerinde inceden çizgiler çıkmaya başlamıştı. Yani zaman bazıları ödüllendirirken, bazılarını sanki cezalandırıyordu.
          İstanbul’a ilk geldiklerinde bir şehre göçen aile gibi kapıcılık yapmaya başlamışlardı. Ev kirası dertleri yoktu. Apartmanın kapıcı dairesinde yaşamışlar. Zamanla yengem ve dayım elele verip yemelerinden giyimlerinden, hayatlarından esirgedikleri parayla kendileri ve çocukları için güzel bir hayat kurmaya çalışmışlardı.  Küçük bir bakkal dükkanı açmışlar, artık ekmek tekneleri bu dükkandı, ayrı bir eve taşınmışlar, şimdi kiradalar ama daha rahatlar… En azından milletin ağız kokusunu çekmiyoruz diyorlardı.
          Dayım dükkanın başındaydı, arada yengem de ona yardım ediyordu. Okuryazarlığı yoktu ama kafası hesaba kitaba basıyordu. Biraz da gözü açık bir kadındı yengem.
           Geldiğimin haftası dayım oğlunun okuduğu liseye kayıdımı yaptırmıştı. Kuzenimle yıllar sonra tekrar sıra arkadaşıydık. Kolay da uyum sağlamıştım arkadaşlara, öğretmenlere, derslere, çevreye ve İstanbul’a…
            Anneannem arada bir okul harçlığı olsun diye az çok para gönderirdi. Ama dayım kuruşuna bile dokunmama izin vermiyordu. Benim üzerime açılan bir banka hesabına yatırıyordu paranın tamamını. “bir yeğenimizi de okutamayacak kadar kötü değil durumumuz çok şükür” derdi.
            Yaz tatillerinde köye geleceğimi haber vermeden soluğu köyde alırdım. Haber vermememin sebebi okul tatillerinde boş durmayıp çalışmamı, dayımlara karşı mahcup olduğumuzu, hiç olmazsa dükkanda yardım etmemi, bu şekilde biraz da olsa onların kendisi için sarfettikleri emeğin karşılığını bu şekilde ödeyebileceğimi, ha bir de ders çalışarak tabii… Her telefon konuşmasında kendisine öğütlemesiydi. Bu annem de tuhaf kadın diye düşünürdü dayım bana ve çocuklarına demez miydi hep “bize olan tek borcunuz başarmak, bunu da şu yaşınızda karnenizdeki notlarla ödeyebilirsiniz ancak”diye. Benim de derslerimle alakalı bir sorunum yoktu, hem zaten daha karneleri almadan bir hafta önce ayırtırdı otobüs biletimi, kız kardeşine daha fazla hasretlik çektirmek istemezdi. Bu sebeple köye gittiğimde önce biraz surat asıp, kızar sonra da sonraya sımsıkı kucaklayıp, adeta kemikleri bir araya toplayacakmış gibi sarılıp koklaya koklaya öperdi, yanaklarımı, alnımı, saçlarımı… Çok fazla bir zaman geçmemişti ama ilk o gün annemin eşarbının kenarından görünen saçlarından birkaç telin aklaştığını görmüştüm. Teyzem ve eniştem aynıydı. Ama anneannem epeyce kilo vermişti. Birde sanki boyu kısalmış gibi gelmişti bana, yoksa ben mi uzamıştım anlayamamıştım. Ama onlar anlamıştı, İstanbul bana yaramış ve ben boy atıp yakışıklı bir delikanlı olmuştum.
            Sanki bu evde misafirdim, sanki bu evde hiç yaşamamıştım. nedense yabancı hissediyordum kendimi buraya,yabancı muamelesi görüyordum bu evde, herkes en sevdiğim yemekleri yapıp bir isteğim var mı diye gözümün içine bakıyordu, teyzem bile. Sanki ben bu eve geçerken uğramış bir tanrı nisafiriydim, onlarsa iyiliksever, konuklarını en iyi şekilde ağarlayan ev halkı.
               Kimliğime bakıp duruyordum, neden dedemin ismi yazıyordu, annem resmen evlenmemişti bunu anlıyordum da ben neden annemle aynı soyadını kullanıyodum, babam neden beni nüfusuna almamıştı, neden evimizi emanet ettiğimiz köyde babamın birtek akrabası yoktu, annemden gizlice köye gidip,sordum soruşturdum, ama herkesin dili mühürlenmişti adeta, kimse hiç bir şey söylemiyordu.

                 Artık ben de her şeyi oluruna bırakacaktım, annem gibi bekleyecektim, bir gün mutlaka gelecekti ya  kendisi yada haberi…

KADINA ŞİDDET

KADINA ŞİDDET

Dünyada her gün binlerce kadın şiddetle karşı karşıya kalıyor, tecavüz, dayak, işkence ve çoğu zaman da aynı son; ölüm. Sebepler belki farklı, coğrafyalar ayrı ama kadına yönelik şiddet tüm dünyada aynı sonuçları doğuruyor. Refah seviyesi, eğitimsizlik, cehalet, cinnet… Bugün hangisinin ya da hangilerinin kadına şiddette öncelikli sebep olduğunu araştıran uzmanlar bile kesin bir dille ifade edemiyorlar.

Ülkemizde de birçok genç kız töre adı altında sorgusuzca öldürülüyor, birçok kadın eşinden şiddet görüyor, birçok kadın tecavüze uğruyor ya da sevgili kurbanı oluyor. Tüm bunlara rağmen susturuluyorlar, sessiz kalıp boyun eğmekten başka çarelerinin olmadığını düşünüyorlar ya da yeterince seslerini duyuramıyorlar. Şiddete maruz kalan evli kadınların yüzde 42’si üniversite eğitimi almış kadınlar.


Açılan ‘kadın sığınma evlerinin’ sayısı yok denebilecek kadar az, birçok kadın böyle kurumlar olduğunun farkında bile değil, haklarını bilmiyorlar. Dünya’nın hemen bütün ülkelerinde şiddet mağduru olsun ya da olmasın binlerce kadın sokaklara, caddelere dökülerek seslerini duyurmaya çalışıyorlar, birçok dernek ve kurum bu konuyla alakalı çalışmalarını sürdürüyor. Ama seslerini duyurmakta gösterdikleri gayret, kadına şiddet olaylarının rakamlarına bakılacak olursa sonuçsuz kaldığını gösteriyor.

Eğitim, gelir seviyesi, cehalet, cinnet… Kadına şiddetin başlıca sebebi kadın erkek eşitliğinin tüm dünyada sadece sözde kalışıdır.                                                                     

ELEŞTİRİ VE YARGILAMA

ELEŞTİRİ VE YARGILAMA

Her dönemde olan ve hiçbir zaman yok edemeyeceğimiz, bana göre insanın doğası gereği en büyük hatası olan bir durumdan bahsetmek istiyorum; eleştiri ve yargılama. 


Hepimiz bir durum, nesne ya da kişi hakkında çok basitçe eleştiri yapar olduk. En kötüsü de bu bize verilmiş bir hakmış gibi yargılar olduk. Tıpkı ambalajını beğenmediğimiz bir ürün hakkında nasıl ki “bu iyi değildir, kötüdür, basittir diyorsak insanları da ilk bakışta kılık kıyafetine ya da dış görünüşüne göre tanıma zahmetinde bulunmadan değerlendiren insanları görüyorum. 

İnsan olarak tabii ki kusurlarımız, zaaflarımız var. Belki bazı insanların düşüncelerine göre zıt yaşıyoruz, onlarla aynı görüşü ya da inancı paylaşmıyor olabiliriz, aynı renkleri sevmiyor olabiliriz… Ama her şeyden önce bizler insanız her birimiz içimizde ayrı bir dünya taşıyoruz. En soğuk, en katı olduğunu düşündüğümüz bir insanın bile en ufak bir olumsuzluk karşısında iç dünyasında neler yaşadığını, ne kadar üzüldüğünü, yara aldığını bilemeyiz. İsteyerek ya da istemeyerek onu ne kadar üzeceğimizin bilincinde olmamız gerekir.


İnsanları İyi- kötü, güzel-çirkin, zengin-fakir, suçlu-masum, namuslu-namussuz, inançlı-inançsız gibi sıfatlarla adlandıranlara özellikle çok şaşırıyorum. Çünkü neye göre kime göre adlandırıyorlar. Hangimiz sütten çıkma ak kaşığız, hangimiz var ki hayatında hiç hata yapmamış olsun, kim dört dörtlük ki… Aslında bu sıfatları koymadan önce şöyle bir yarım saat sessiz bir odada tek başımıza kalıp düşünsek, geçmişimizin muhasebesini yapsak kendimizi nasıl adlandırırız acaba. Kendimizi bir nebze de olsa tanıma şansımız olur belki…

 İnsanlar olarak yüceltilmeyi, takdir görmeyi, beğenilmeyi seviyoruz… Eğer bir başarımız yoksa insanların hatalarını, çaresizliklerini, zaaflarını, başarısızlıklarını ağza alıp kendimize telkinde bulunup “aklı yok mu, hata yapmasaydı, ben neden yapmadım” diyerek kendi egomuzu tatmin eder olduk. Ama şunu da unutmayalım ki akıl bile insanoğlunda devre dışı kalabiliyor.

Eleştirmek ve yargılamak kolaydır ama anlamak ve destek olmak ya da olduğu gibi kabul etmek bazen o kadar zor gelir ki insanlara, hâlbuki insana insan olduğu için, nefes alan bir canlı olduğu düşünülerek değer verilse hayattaki insanlığa dair birçok sorunun çözüleceğine inanıyorum.

 Önemli olan aynı pencereden dünyaya bakmak değil, farklı pencerelerden aynı dünyaya bakabilmektir.