BEKLEYİŞ
Bugün babamı uğurladığımız
yerdeyiz yoldalarmış yarım saate kadar geleceklermiş. Annem tıpkı o günkü gibi ağlamaklı.
İlk günü hatırlıyorum da kaç yaşındaydım tam olarak bilemiyorum, üç ya da dört
öyle bir şey işte. Babam önce elini öptürmüştü anneme sonra da annemi alnından öpmüştü.
Benim yanağımı okşayıp sol yanağımdan öpmüştü son kez. Ağlayarak babamın
arkasından bakan annemin kucağındaydım. Önce anneme sonra elinde bavuluyla
arkasını bize dönüp giden babama bakmıştım. O an ne anladım bilmiyorum ama sağ
elimi gözlerime yaklaştırıp, akıtmaya engel olamadığım yaşları nafile bir
çabayla silmeye çalışıyordum. Babam git gide uzaklaşıyordu… Ve gitmişti… Yok
olmuştu hayatımızdan.
Annem zaman zaman ağlardı. Babamın ona
gönderdiği mektupları saklardı. Okuryazarlığı yoktu, içlerinde ne yazdığını bilmiyordu,
öğrenmeyi çok istiyordu. Ama hiçbir zaman benim bile okumama izin vermemişti.
Onun eşiyle mahremiydi o mektuplar. Okuyamasa da kocasının eli değmişti, tıpkı
elini öptüğü gibi mektupları da öper ve odasındaki kilitli çeyiz sandığına
koyup sandığın kapağını kilitlerdi. Kaç kere sandığın anahtarını aramıştım ama
bulamamıştım.
Ben okula başlayana kadar zaman böyle geçti.
Ben ilkokul ikinci sınıftaydım babamın mektupları kesilmişti, artık babamdan
haber gelmiyordu. Annem belli etmeye çalışmasa da ben anlıyordum. Belli ki
mektup arasına para da sıkıştırıyordu, mektuplar kesilince soframızdaki aş da
kesilmeye başlamıştı yavaş yavaş; önce et kesilmişti soframızdan sonra pilav
sonra diğerleri… kasabaya gitmez olmuştuk artık ,köyün bakkalının yanından
geçmeye korkuyordu annem, aş son demi bulana kadar da borçlanmak istemiyordu. Annem Onurlu kadındı öz babasının bile
yardımlarını kabul etmiyordu, babamla kaçtığı için biraz da mahcup hissediyordu
kendisini. Kala kala elimizde bir tek ineği kalmıştı. Son zamanlarda soğanı
suya doğrayıp kaynatır olmuştuk, yanında da annemin tandırda pişirdiği ekmek.
Tek aşımız bu olmuştu.
Gözleri hep uzaklara bakıyordu,
belli ki babamın yolunu gözlüyordu. Herkesin gözünün içine bakar olmuştu,
babamdan bir haber bekliyordu. Uyuduğumdan emin olduğu zamanlarda ağladığını
duyardım başındaki örtüsünü dişlerinin arasına koyup sıkardı ki hıçkırıklarını
duymayayım diye, ama ben yorganı aralar karanlıkta da olsa duyar ve görürdüm.
Dedem çok ısrar ediyordu, annemin ve
benim kendileriyle yaşamamız için. Annem daha fazla dayanamamıştı. Çünkü ben
çok kilo vermişim, annem süzülmüş, okula gidemezmişim, böyle gidersem ölürmüşüm,
bizim iyiliğimiz için en doğrusu buymuş, dedemlere yerleşmeliymişiz. Annem önceleri
“kadın dediğin evin de beyi olmasa da ocağı tüttürmeli, evimde oğlumla
babasının gelişini bekleyeceğiz” diye diretse de dedem haklı olduğunu düşündü,
kendisi yalnız olsaydı fark etmezdi, ama oğlunun iyiliği için kaçarak geldiği baba
evine dönmek zorundaydı.
Giysilerimiz dışında hiçbir şey
almamıştı annem, zaten dedem de gerek olmadığını söylüyordu. Ev olduğu gibi
bırakıldı ve dede evine yerleştik.
Dedemlerin evi bizim köye yakındı
ama dedemin annemin kaçmasından dolayı duyduğu kırgınlıktan dolayı hiç bu köye gelmemiştik,
arada anneannem ve teyzem gelirdi bize ziyarete dedemden habersiz olduğunu söylerlerdi,
ama ben hiç de öyle olmadığını biliyordum çünkü çocuklar her şeyi bilir, artık
dedemin de bir kırgınlığı yoktu tekrar bağrına basmıştı annemi tabii beni de… Dedemler
kalabalık bir aileydi; anneannem, dedem, annemden kaç yaş büyük olduğunu
bilmediğim teyzem ve onun iç güveysi eşi, büyük dayım, eşi, iki çocuğu, küçük
dayım ve bunca nüfusa bir de biz eklenmiştik.
Durumumuzda fazlaca bir değişiklik olmamıştı,
soğan çorbasına biraz patates biraz da salça eklenmişti. Arada bir bulgur
pilavı ve salatayla da ziyafet yaratılırdı, hepsi bu. Ama annem daha az üzülüp
hiç ağlamaz olmuştu artık ya da ben göremiyordum.
Okuluma devam ediyordum. Dedem sağ
olsun beni de okutuyordu, dayımın küçük oğluyla aynı okulda ve aynı sınıftaydım
artık, köy değişince okul da değişmişti. Evde bu kadar nüfus olmaza rağmen
herkes birbirine çok saygılı ve güler yüzlüydü, bu evde huzur vardı, dedem hep
böyle söylerdi.
Dayımlar asla baba eksiklini aratmadılar,
öz evlatlarıymışım gibi birer baba şefkatiyle yaklaştılar hep. Ama bu mutlu
ailede de dağılmalar başlayacaktı. Altıncı sınıfa başlayacağımız yıl büyük
dayım eşini ve çocuklarını da alıp İstanbul’a yerleştiler. Ben kardeşim gibi
sevdiği aynı zamanda sınıf arkadaşım da olan kuzenimden de uzak düşmüştüm. Bir
yıl sonra da küçük dayım onların ardından üniversiteyi kazanıp İstanbul’a
abisinin yanına okumaya gitmişti. Öğretmen olacaktı dayım, ailenin de ilk
üniversite eğitimi almış bireyi olacaktı. Gurur duyuyorlardı. Dedem diğer
çocuklarını okutmak istemiş ama okutamamıştı, “ama inşallah torunlarım
dayılarını geçecek, ben sağ oldukça hepsini okutacağım” deyip dururdu. Ama ne
var ki henüz dayım üniversitenin ikinci yılındayken kaybettik dedemi. Bir kış günüydü,
adam boyu kar yağmıştı, yollar kapalıydı, fırtına vardı. Dedem kalp krizi
geçirmeye başlamıştı. Köyde zaten doktor yoktu kasabadaki sağlık ocağına
yetiştiremeden kaybetmiştik onu.
Ben yedinci sınıftaydım o zaman.
Teyzem, eniştem, anneannem, annem ve ben kalmıştık, nüfusun yarısı gitmişti.
Evde artık teyzemin sözü geçiyordu. Teyzem açıkgöz bir kadındı. Eniştem kendi
halinde temiz kalpli bir adamdı. Teyzem onu sevmiş o teyzemi, dedem de müsaade
vermiş evlenmelerine, evlendikten sonra da eniştemi iç güveysi getirmeye razı etmiş,
eee köy yerinde kaynanayla yaşamak zor; ona da teyzem gelemez, biraz rahatına
düşkün kadındır teyzem, senelerce çocukları da olmamıştı. Eniştem hep saygılı
babacan bir adamdı, hala da öyledir. Teyzem bu evden çıkmayı hiç istemedi bir
gün dedeme bir şey olursa iyi kötü başlarını soktukları daha doğrusu teyzemin
başını hiç çıkarmadığı bu evin kendisine kalması en çok istediği şeydi.
Dayımlar da gitmişti, zaten bir anneannem birde biz kalmıştık. Ama anlamadığım
bir şey vardı dedem bu kadar hoşgörülü, çocuklarından sevgisini esirgemeyen bir
insanken neden annemle babam kaçarak evlenmişlerdi, dedem evlenmelerine izin mi
vermemişti, bu soruyu aslında babama dair birçok soru bu evde cevapsız kalıyordu.
Sanki öyle biri hiç olmamış gibiydi. Annem bile unutmuştu. Benim bir babam var
ve ben nerede olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaşadığını bilmiyordum, bildiğim
tek şey gurbette olduğuydu, peki ama gurbet nereydi, ne kadar uzaklıktaydı bu köye,
kaç yıl sürüyordu gidip gelmesi.
Bir keresinde annemle birlikte
kaldığımız odada ders çalışıyordum. Şu sayfaya da çalışayım şu satırı da
ezberleyeyim derken susuzluğuma daha fazla dayanamayıp, dedemin bir zamanlar
evin bahçesine yapmış olduğu çeşmeden su içmeye gitmek için odanın kapısını
açtım, diğer odada annem ve teyzemin konuşmalarını duyar gibi oldum, yaklaştım
odanın kapısına, ne konuştuklarını merak ediyordum, teyzem “kes artık şu
ümidini, bu gençlik bir daha ele geçmez. Zaten resmi nikâh da yok… Kaç yıl
oldu, ne zamana kadar onu bekleyeceksin, seni oğlunla kabul edeni de bulmuşsun,
ne diye hala onu beklersin bilmem ki dediğini duymuştum. Bir kaç saniyelik bir
sessizlik olmuştu belli ki teyzem o zaman bu birkaç saniyelik suskunlukta
annemin kendisine olumlu bir tepki vermesini, söylediklerin de haklı olduğunu
düşündüren bir söz söylemesini bekliyordu. Ama annemin başı önünde düşünceli,
suskun kaldığını görünce daha da hiddetlendiğini görmüştüm. Teyzem bu sefer
nispet yaparcasına bir ses tonuyla “ hem başka…” diye söze başladığında, annem
kapıda kendilerini izleyen oğlunu görmüştü. Ve tedirgin bir şekilde
suskunluğunu bozarak “tamam abla” deyip teyzeme gözleriyle beni işaret etmişti.
Annem tedirgindi korkmuştu öz oğlunu bir hortlak gibi görmüştü galiba, gözleri
açılmış, nefes alış verişi hızlanmıştı, sen niye ders çalışmıyorsun, diye
titreyen sesiyle biraz da şaşkın suratıyla sormuştu. Ben hiç bozuntuya vermeden
susadım su içmeye çıktım ne oldu ki deyip, odama geçmiştim, artık çocuk
değildim anladım ki annemle babamın nikâhı yokmuş, yani evli değillermiş, bir
aile olabilmesi için anneyle babanın resmi nikâhı olması gerekirdi, demek ki
biz aslında hiçbir zaman aile olamamıştık. Demek annemle beni kabul eden biri
varmış, yani anneme resmi nikâh kılacak bir koca, bana da üvey baba. O zaman
aile mi olacaktık yani. Şimdi biz bu evde bir aile olamamış mıydık yani? Ben
kitabımın başında ders çalışır gibi, bunları düşünürken annem birkaç dakika
aradan sonra odanın kapısını açarak içeriye girdi, yanımdaki divanın üzerine
yavaşça oturup, başımı bana doğru sağ kolunu uzatıp, nasıl gidiyor oğlumun
dersleri demişti. Ben yine hiç bozuntuya vermeden “ iyi anne” deyip gözlerinin
içine bakarak gülümsemiştim. Ve tekrar aklımda o düşüncelerle üzeri formül ve
yazılarla dolu kitabıma boş gözlerle bakıp okur gibi yapmaya devam etmiştim.
Annem biraz rahatlamıştı galiba. En azından yüzünde çok ağır bir sorumluluğu
alnın akıyla yerine getirmenin rahatlığı vardı.
O günden sonra hiçbir şey sormamıştım
ne anneme ne de bir başkasına… Çünkü annemin artık üzüntülü ve düşünceli görmek
istemiyordum… Anladım ki baba ve koca kelimeleri annemde iz bırakan yaralar
bırakıyordu.
Lise çağıma geldiğimde okumanın artık
benim için hayal olduğunu düşünüyordum. Dayım üniversiteyi bitirmiş ve
Erzincan’daki bir ilköğretim okuluna sınıf öğretmeni olarak atanmıştı.
Anneannem enişteme verdiği parayla yedi evi doyurmasını söylemişti. Kaç haneyi
kaç öğün sevindirdiler bilmiyorum.
Annem yıllardır baba evine yük
olduğumuzu düşünüyordu. Bunu da her fırsatta söyleyip dururdu. Kendini bu eve
karşı borçlu hissediyordu. Bu evin bir bireyinden ziyade kendisini çocuğuyla
yamanmış hizmetlisi olarak görüyordu. Neden bu eve bu kadar yabancı olduğunu
düşünür dururum, ama ne bir cevap bulurum kendi kendime sorduğum sorulara, ne
de anneme sormaya cesaret edebiliyordum. Herkesin bir mahremiyeti vardır, söz
konusu annem de olsa onun saklamaktan belki de unuttuğu sırları tekrar gün
ışığına çıkarıp acı çekmesine hakkım yoktu.
Annem yıllardır olduğu gibi arada
bir baba evinden tek bir eşyasına dokunmadan çıktığı koca evine gider, artık kullanılmayan
eşyaları havalandırır, camlarını siler, bacasını tüttürür. Sonrada boynundan
çıkarmadığı anahtarla kapısına kilidi vurup geri dönerdi.
Bu nasıl bir çelişkiydi böyle ben
üzülmesin, kırılmasın diye kendisine babamla ilgili en ufak bir soru bile
soramazken o babama gelin olduğu bu evi hala sanki babam her an gelecekmiş de
evi derli toplu sıcak bir yuva olarak görsün düşüncesiyle yaşıyordu.
Liselere kayıtların başladığı hafta İstanbul’daki
dayım telefonla aramış oğlunu kayıt ettireceklerini benim okul durumum hakkında
ne düşündüklerini anneme ve anneanneme sormuştu. Annem her seferinde olduğu
gibi sessizliğini bu konuda da bozmamıştı. Anneannem hemen devreye girmişti. Tabii
ki okul kaydımı yaptıracaklardı ama köyde okul yoktu, kasabada ki tek liseye de
kışın nasıl gidip gelebilirdim ki, gerçi köyün gençlerini götürüp getiren bir
okul servisi vardı ama… Dayım bunları duyunca İstanbul’a gelmemi, oğluyla aynı
lisede okumamın daha iyi olacağını söylemişti. Anneannem ne anneme ne de bana
sormadan, kesin kararını vermişti. Ben İstanbul’a gidecektim. Annem hiç
itirazda bulunmamıştı tek bir söz bile söylememişti. Enteresan şekilde
gözlerinin içi hem gülüyor. Hem de acı çeker gibi dolu dolu oluyordu. Bir taş
oturuyordu boğazına, biliyorum ağzını açsa gözyaşları boğacaktı onu. Sadece
sustu.
Bir hafta sonra otobüs biletim
alınmıştı, önce dedemin mezarını ziyaret ettik, uğurlanma vakti gelmişti. Ama
ben babama olan hasretine bir de bana olan hasreti ekleniyordu.ama ben babam
gibi olmayacaktım bu bir veda değildi, annemin bekleyişi boşa olmayacaktı, her
okul tatilinde soluğu burada alacaktım, kadıncağıza bir de ben hasretlik
yaşatmayacaktım. Sırayla ev halkının teker teker ellerini öpüp, yanaklarımdan
öptürüp, sarılmıştık, ama sıra anneme gelince boğazıma bir taş oturmuştu hani
ağzımı açsam, nefes almaya kalksam ya boğulacaktım ya da o taş yüreğime inecekti,
yüzüne bakmamak için ne çok soğuk terler dökmüştüm, o birkaç saniye boyunca.
Annem ağlayarak bir şeyler söylemişti, ama ben o an orada değildim ve bir
kelimesini bile duymamıştım, çünkü o an orada olsaydım olduğum yerde kalırdım
ve bir tek adım atamadan arkamı dönüp gidemezdim, ağlamayacaktım annemi daha
fazla ağlatmamak için. Arkamı döndüm ve çantam elinde beni otobüsüme götürmek
için bekleyen enişteme hadi gidelim der gibi donuk bir bakış attım. Bu bakıştan
nasıl bir anlam çıkardı bilmiyorum, gözleriyle konuşan insanlardan değilim, ama
bazen bir heykel gibi anlamsızca uzaklara bakmak bile çok şey anlatıyormuş,
şimdi daha iyi anlıyorum, daha önceleri aklıma gelmeyen en ufak bir şeyden bile
hayatlara sığamayacak anlamlar çıkarmayı…
Eniştem beni koltuğuma kadar oturtup,
bavulumu kendi elleriyle yerleştirmişti bagaja, elime de biraz epey bir harçlık
tutuşturduktan sonra elini öpmeme müsaade etmeden alnımdan öpüp, gözleri dolu
dolu inmişti otobüsten, cam kenarında oturuyordum, inen enişteme baktım,
otobüsün motoru çalışmaya başlamıştı, ağır ağır hareket ediyordu, bana el
sallayan enişteme birkaç saniyelik el sallamadan sonra enişteme de arkamı
dönmüş gidiyordum. Camdan arkamda kalan enişteme bakmak için ayağa kalktım,
eniştemden gittikçe uzaklaşıyordum o olduğu yerde durmuş gözünden akan yaşları
siliyordu.
Otobüste başımı cama dayayıp annemi düşünmüştüm.
Biliyordum ben yoldayken o bir kenara çekilmiş ağlıyordu. Anneannem de benim
geleceğim için böylesinin en doğrusu olduğunu söyleyip nafile bir çabayla
teselli ediyordur. Teyzem ise sürekli bozuk plak gibi her defasında
tekrarladığı cümleleri sıralıyordu.
- kaç kere söyledim evlen barklan,
bir gün yalnız kalırsın… Bu da yetmezmiş gibi haklı çıktığını sanıp havalara
girmiştir. Ben bu kafam da bu düşüncelerle boğuşurken, annem ne haldedir şimdi,
inşallah hiçbir şey düşündüğüm gibi olmasa. Annemin ağlayıp üzülmesine amenna
da teyzem dilini tutsa.
İstanbul’a vardığımızda otobüs
anons da bulunmuştu, hiç uyumamıştım saatlerce, dayım beni almak için otogara
geldiğini biliyordum. Hemen camdan dışarıya baktım, gözlerim dayımı aramıştı.
Ve işte görmüştüm diğer yakınlarını bekleyenlerin arasındaydı ve gözleri otobüs
kapısından inenlerdeydi. O beni göremeden ben onu görmüştüm, heyecanını,
merakını, ak düşmüş saçlarını…
Dayımla yaşadıkları eve
vardığımızda tüm aile çok karşılamıştı beni. Yengem çocuklar, dayım hepsi çok
değişmişti, tabii sadece fiziksel olarak, çocuklar büyümüş yakışıklı birer
delikanlı olmuşlardı, teyzem ve dayımın ise saçlarında aklar, yüzlerinde
inceden çizgiler çıkmaya başlamıştı. Yani zaman bazıları ödüllendirirken,
bazılarını sanki cezalandırıyordu.
İstanbul’a ilk geldiklerinde bir
şehre göçen aile gibi kapıcılık yapmaya başlamışlardı. Ev kirası dertleri
yoktu. Apartmanın kapıcı dairesinde yaşamışlar. Zamanla yengem ve dayım elele
verip yemelerinden giyimlerinden, hayatlarından esirgedikleri parayla kendileri
ve çocukları için güzel bir hayat kurmaya çalışmışlardı. Küçük bir bakkal dükkanı açmışlar, artık
ekmek tekneleri bu dükkandı, ayrı bir eve taşınmışlar, şimdi kiradalar ama daha
rahatlar… En azından milletin ağız kokusunu çekmiyoruz diyorlardı.
Dayım dükkanın başındaydı, arada
yengem de ona yardım ediyordu. Okuryazarlığı yoktu ama kafası hesaba kitaba
basıyordu. Biraz da gözü açık bir kadındı yengem.
Geldiğimin haftası dayım oğlunun
okuduğu liseye kayıdımı yaptırmıştı. Kuzenimle yıllar sonra tekrar sıra
arkadaşıydık. Kolay da uyum sağlamıştım arkadaşlara, öğretmenlere, derslere,
çevreye ve İstanbul’a…
Anneannem arada bir okul harçlığı
olsun diye az çok para gönderirdi. Ama dayım kuruşuna bile dokunmama izin
vermiyordu. Benim üzerime açılan bir banka hesabına yatırıyordu paranın
tamamını. “bir yeğenimizi de okutamayacak kadar kötü değil durumumuz çok şükür”
derdi.
Yaz tatillerinde köye geleceğimi
haber vermeden soluğu köyde alırdım. Haber vermememin sebebi okul tatillerinde boş
durmayıp çalışmamı, dayımlara karşı mahcup olduğumuzu, hiç olmazsa dükkanda
yardım etmemi, bu şekilde biraz da olsa onların kendisi için sarfettikleri
emeğin karşılığını bu şekilde ödeyebileceğimi, ha bir de ders çalışarak tabii… Her
telefon konuşmasında kendisine öğütlemesiydi. Bu annem de tuhaf kadın diye
düşünürdü dayım bana ve çocuklarına demez miydi hep “bize olan tek borcunuz
başarmak, bunu da şu yaşınızda karnenizdeki notlarla ödeyebilirsiniz
ancak”diye. Benim de derslerimle alakalı bir sorunum yoktu, hem zaten daha
karneleri almadan bir hafta önce ayırtırdı otobüs biletimi, kız kardeşine daha
fazla hasretlik çektirmek istemezdi. Bu sebeple köye gittiğimde önce biraz
surat asıp, kızar sonra da sonraya sımsıkı kucaklayıp, adeta kemikleri bir
araya toplayacakmış gibi sarılıp koklaya koklaya öperdi, yanaklarımı, alnımı,
saçlarımı… Çok fazla bir zaman geçmemişti ama ilk o gün annemin eşarbının
kenarından görünen saçlarından birkaç telin aklaştığını görmüştüm. Teyzem ve
eniştem aynıydı. Ama anneannem epeyce kilo vermişti. Birde sanki boyu kısalmış
gibi gelmişti bana, yoksa ben mi uzamıştım anlayamamıştım. Ama onlar anlamıştı,
İstanbul bana yaramış ve ben boy atıp yakışıklı bir delikanlı olmuştum.
Sanki bu evde misafirdim, sanki bu
evde hiç yaşamamıştım. nedense yabancı hissediyordum kendimi buraya,yabancı
muamelesi görüyordum bu evde, herkes en sevdiğim yemekleri yapıp bir isteğim
var mı diye gözümün içine bakıyordu, teyzem bile. Sanki ben bu eve geçerken
uğramış bir tanrı nisafiriydim, onlarsa iyiliksever, konuklarını en iyi şekilde
ağarlayan ev halkı.
Kimliğime bakıp duruyordum,
neden dedemin ismi yazıyordu, annem resmen evlenmemişti bunu anlıyordum da ben
neden annemle aynı soyadını kullanıyodum, babam neden beni nüfusuna almamıştı,
neden evimizi emanet ettiğimiz köyde babamın birtek akrabası yoktu, annemden
gizlice köye gidip,sordum soruşturdum, ama herkesin dili mühürlenmişti adeta,
kimse hiç bir şey söylemiyordu.
Artık ben de her şeyi oluruna
bırakacaktım, annem gibi bekleyecektim, bir gün mutlaka gelecekti ya kendisi yada haberi…